21 Kasım 2013 Perşembe

boşluk/ başlık

Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Başlangıç yapmama yardımcı olsun bu şiir. Hem de çok güzel bir şiir, bir daha hatırlamış/ okumuş olalım.

An'ı anda yaşadık, biraz da kayıt altına alalım. Hem hafıza-i beşer nisyan ile malul olduğundan, hem de yazınsal anlamda ortaya bir şey koymak maksadıyla.

21 Mayıs 2013, ne güzel bir gündün sen! Her ne kadar sinirden elim ayağım titremiş, kanım çekilmiş, yüzüm bembeyaz olmuş, hiç de profesyonel olmayan, buram buram ego ve kişisellik kokan bir tartışmanın içinde boğulmuş olsam da, ne güzel bir gündü o! Koca bir yılda ancak bir haftalığına bahşedilmiş tatil planı yaparken, plansız yaşama fırsatı veren/ bir sürü plan yapma derdine düşüren caanım yaz mevsimini bana sunan o gün!

Teknik olarak işten çıkarıldığım için -çoğu patron avukatın masum bir çakallık olarak gördükleri maaşın düşük gösterilerek sgk primlerinin asgari ücret üzerinden yatırılması neticesinde, olması gerekenden daha az- aldığım kıdem tazminatım ile gidebildiğim yere kadar aylaklık yapma hakkı hediye ettim kendime. Adrasan'a gittim bir Avrupa Birliği gençlik projesi kapsamında, tematik hoca olarak (yaklaşık 4 senedir yoga yapıyorum, projeyi yöneten arkadaşımın "her sabah yarım saat yoga" teklifi ile) kendimi Adrasan'da buldum; sonra kendimi Adrasan'da kaybettim, o kadar güzeldi. Adrasan'ın tertemiz denizinde, kumsalında yatıp kavruldum, bir akşam üzeri bir caretta carettayla kısa süreli bir bakışmamız, sonra da benim kaçışmam bile oldu! Fethiye'den Antalya'ya uzanan bir kısmını daha önceden yürüdüğüm Likya Yolu'nun küçük bir kısmını yürüme şansımız bile oldu. Bir gün Olimpos'a gidip kaya tırmandım, yıllardan sonra. Bir akşam üstü bisiklet sürdük Adrasan'ın içlerine doğru. Y., E. ve B. hostele dönmek için beklerken, ben yola düştüm; önce ağaçların arasından dolunayın aydınlattığı yolda yürüdüm, içim ürpermedi değil. Sahile ulaştım, dolunay bu sefer de denizi parıldatıyordu, büyülenmemek elde değil. Hostel yolunda sessizliği yırtan böceklerle yürürken de ay dağın üzerinden eşlik etti bana. Artık hostele 100 mt. kala, "bundan sonrasını biliyorsun zaten" dercesine göz kırpıp dağın arkasında kayboldu. Bu anlar çok değerli zam/anlar. 

Adrasan'da kaldığım günler boyunca günlük 10 dakikalık telefon görüşmeleri haricinde telefonumu hep kapalı tuttum, çünkü orda öncelik doğa ve yalıtılmışlıktı benim için. Telefonun açık olduğu zamanlarsa gergin zamanlardı. 

Trabzon'a dönüp bir iki duruşmada bulunup, eksik hususların giderilmesini beyan edip bir sonraki duruşma için gün aldıktan sonra hareket devam etti. İstanbul'a gittim; hep istediğim gibi Cihangir Yoga'ya üye oldum, bazen günde iki derse gittiğim de oldu, olabildiğince çok derse girdim ve yoganın mucizelerini beklemeye devam ettim. Hiçbir mucize olmadı tabi ki. Mucize kendiliğinden gelmiyordu çünkü. Bir parça yaratma çabası gerektiriyordu. Yaz mevsiminin yoga kısmı başka bir yazının konusu diyerek buraya bir * koyuyorum.

Yine cmk duruşmaları nedeniyle Trabzon'a döndüm ve o hafta sonu Verçenik tırmanışı haberini aldım. Verçenik 3711 mt. ile Türkiye'nin en yüksek 5. dağı; Doğu Karadeniz'deki en teknik rotaya sahip. Tekrar bir çanta hazırlama telaşı, malzeme toplama arayışı. Yola çıktığımız cuma sabahı hava kapalı, yağmurlu. Rize sınırına yaklaştıkça yağmur şiddetini artıyor. Yol boyunca da durulmuyor. Arabanın çıktığı son noktadan kamp yerine yürürken, iyice ıslanıp yoruluyorum; yağmur psikolojik olarak beni bitiriyor zaten tırmanışlarda, hele ki faaliyet başlamadan! Çadırları kurup dinlendikten sonra akşamın bir vakti uyandığımızda gökyüzünün yarısının parladığını görüyoruz; sabah ola hayrola. Sabah ise cam gibi bir gökyüzü karşımızda; ve işte bu bir mucize. Kekik kokulu dağ: Verçenik.

Trabzon'da geçirdiğim günler çok keyif verdi diyemem ama bütün vaktin kendine ait olması başlı başına bir zevkti aslında. Ki aslında, aslolan yaşamaktı, bunun nesini anlamakta zorlanıyoruz, bunu anlamıyorum ki, bu da beni paradokslara sürüklüyor. Bazı insanlar iflah olmuyor.

Bir süre daha Trabzon'da vakit geçirdikten sonra anne-baba ayrı kız kardeşim yani nam-ı diğer Sista'mla Sinop yollarına düşüyoruz bir sabah, kız kıza tatil, girls' night out, kızsal şeyler. Canım Sinop. Teyzemler 20 sene kaldılar Sinop'ta, biz de her yaz kış giderdik yanlarına. Kışları bir kasabaya döner Sinop, sadece yerlisi kalır, bir de rüzgarı, fırtınası. Yazları tatilci akınına uğrar, kaynar şehir. Her zaman çok sevmişimdir. Canım Sinop. Büyük İskender'e "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen; bir fıçıda yaşayan Diyojen'in şehri. Ki Diyojen'le ilgili en güzel anekdot da bence şudur: Diyojen bir gün çeşmeden eliyle su içen bir çocuk görür ve ondan sonra kendi tasını kırıp atar, buna da ihtiyacım yok diyerek. Sistamla 5 gün boyunca sabah nokul, simit, peynir ve çaydan oluşan kahvaltımızın ardından akşama kadar plaj mesaisine giderdik, sonrasında da muhtelif yerlerde akşam yemeği ve çizgi film dondurması satan dondurmacıdan dondurma yerdik! 5. günün sonunda o Trabzon'a döndü, ben de yine İstanbul yollarına düştüm.

İstanbul'da çalışmadığın zaman yapılacak en güzel şeylerden biri koruya gidip kitap okumak bence. Yıldız korusu mesela. Ben dağları çok severim, en çok onları severim sanıyordum ki aslında ağaçları daha çok seviyormuşum. Tek ve hür. Korular da kardeştir, ormanlar gibi; o yüzden yabancılık çekmedim hiç. Yürüdüm, oturdum, baktım, izledim, kitap okudum, sincaplar koşturdu sağa sola. Orda da yaşam akıyor daha dingin, daha saf. Ben ağaçları çok severim. Ve koru demişken de, şu şiiri paylaşmadan edemiyorum:

Geride kalan ne varsa soluktur şimdi
Titreyen kandiller gibi sönmek üzeredir
O eski konaklar gibidir anılar
Gül bahçeleri, sessiz koru ve orman
Belki sağanak boşanır apansız
Yüzyıllık bir yağmur başlar
Ve sinsi bir hastalığa dönmeden alışkanlıklar
Yok olup gider her şey, belki kül olur

Başucu şiiridir, Ahmet Telli, Soluk Soluğa.

İstanbul'un ardından bu sefer Erdek'teydi sıra, çünkü S., abim oluyor kendisi, evleniyordu. Bir öğlen vakti adeta İstanbul'dan Bandırma'ya çıkarma yaparcasına, çünkü elimizde bir adet damatlık, bir adet gelinlik, düğün ve nikah şekerleri, gitar, çantalar, ıvır zıvırlarla bindik deniz otobüsüne. Erdek de benim gibi emekli kafasına yatkın bir insan için ideal bir memleket. Sabah denize gir, sonra bisikletle işine git; trafiğe takılmadan evine gel, çık sahilde kitap oku. Bunlar mutlu olmak için yeterli şeyler değil mi, öyle olmalı ki insanların tatil programı bu şekilde oluyor. Neyi beğenmiyor insan, neyle yetinmiyor; fazlasını istiyor da sonra belasını buluyor -ki bu ne istediğini bilmemekten ileri geliyor. Evet, kendimden bahsediyorum. Şu hayatta en önemli şey kendini bilmek, ikincisi ne istediğini bilmek, üçüncüsü de denge. Bilahare anlatırım.

Erdek'te gelinciğin ailesinin evinde kalıyoruz, çok misafirperverler. Adım Özgür kız oluyor orda, öyle çağırıyorlar beni. Sabah, daha sakinken denize gidiyorum, kendimle konuşuyorum, denizle konuşuyorum; o duru zamanları dibine kadar, sindire sindire yaşamaya çalışıyorum. Denize doyuyorum bu yaz; Akdeniz'de, Marmara'da , Karadeniz'de. Gezmelere hiç doyamam ama doyma sınırına yaklaşıyorum. Dönüp bakınca ve yazınca, yaşamayı tam manasıyla olmasa da -hep bir şeyler eksiktir çünkü- oldukça başardığımı görüyorum. Aslında, yazmak yaratmaktır, yaratma süreciyle de tamamlanıyor bir bakıma.

Bu yaz öyle yaşadım ki; ağaç evde de kaldım, misafirhanede de, muhtelif evlerde ve çadırda. Yataklarda yattığım da oldu, yerde bir battaniyenin üzerinde, toprakta matın , plajda çakıl taşlarının üzerinde, iki kişilik kanepede, ayaklarım dışarda kalarak, ya da çardakta balık istifi dizilerek. Rutin, insanın ve yaşamanın düşmanı. 

Kına, düğün-dernek ardından ve yaz mevsiminin sonu da geldiğinden, mecburi istikamet yine Trabzon oluyor. Canım yaz mevsimimin (çünkü bu mevsim benim olmuştu) ve aylaklığımın son evreleri, artık iş bakma vakti diyerek, üzülerek, ama hayatının değiştirmediğin sürece de kabullenerek eve döndüm. Fakat iş bulamadım. Yani ilk üç ay tatil olan süreç artık işsizlik dönemine dönüşmüştü. Ve fakat mutsuz muydum? Hayır, daha okunacak kitaplar raflarda bekliyordu, ki hiçbir zaman okunmayı bekleyen kitap rafı boş kalmaz. Can parçası iki kuzen H. ve N. ile bol bol vakit geçirdim, bi daha kim bilir ne ara bu kadar vakit geçirebileceğiz? sorusu onların olmasa da benim kafamı epey meşgul etti. 

Uzun zaman düşünüp sonunda en parasız kaldığım vakitte almaya karar verdiğim -ciddi bir karar verme problemi yaşamaktayım- bisikletimle yollara düşmeye başladım. Kaskımı taktım, trafiğe çıktım, gezdim, dolaştım.

C. ve S.nin düğün-dernek işlerinin nikah ayağı da Trabzon'da olacağından bir de onun telaşesi başladı. Gençler evet dedi, bir tanesi biraz hüzünlendi; güzel göz yaşları dendi, tebrik edildi. Bu kadar düğün muhabbetinin içinde yer aldığım halde, düğün benim için muallaklığını koruyor ve hala geceleri kabus olarak görüyorum. Yani her genç kızın rüyası olmayabilir o beyaz gelinlik, bazılarında kabus olarak zuhur edebiliyor.

Nikahın ardından gelin ve damat balayını tuhaf bir formatta yaşamaya karar veriyor. Bir jip dolusu akraba ve arkadaşla yola çıkılıyor canım yaylalara doğru. Balayı ekibini açıklıyorum: gelin, damat, gelinin ablası, damadın kız kardeşi, gelinin kuzeni -ki damadın da çok eski arkadaşı, damadın çok yakın başka bir arkadaşı ve en son olarak bir kız kardeş daha. 

Madem işsizim, madem içim parçalanıyor neden ben işsizim diye, neden ben de katılmıyorum değil mi... Rize ve Artvin yaylalarını oldum olası severim. Orada yeşil bir başka güzeldir, bir başkadır o yeşil. Önce kısa bir Batum turu, sonrasında Kemalpaşa'da güzel bir akşam. Ertesi gün Borçka/Karagöl ve akşamında Gito... Bir gün kafayı yersem beni buraya bırakın, kendi kendime düzelirim. Gito'da yaylasında kaldığımız pansiyon Koçira. Tuhaf birkaç adamın işlettiği muazzam bir mekan. O kadar güzel bir yayla evi yapmışlar ki, tekbir tahta bile eğreti durmuyor, muntazam; sanırım bu sahibinin takıntılı olmasından ileri geliyor. Yemek yazarken, emek yazdım yanlışlıkla, bu da bana yemeğin o kadar güzel olmasındaki sırrı gösterdi çaktırmadan; eline sağlık T. abi. 

Abim S., diyordum ki ona, ya bu karadeniz türkülerini çok güzel söylüyorsun, ağzına sağlık da, içim kıyılıyor bee, dert sahibi oluyorum sayenizde. o yetmezmiş gibi, bir de gelinciğin sesi güzel olmasın mı, yanık yanık, içli içli. Geceyi sohbetle, müzikle ve Gürcü şarabıyla kapattıktan sonra sabahın 6sında ayaktayım ben çünkü, dağların ve doğanın uyanışını, güneşin doğuşunu kaçıramam, büyü oralarda gizli.

Sabah 06:20. Güneşin doğuşunu kaçırdım ama güneş odamın içinde. Oda buz gibi ama sarı sıcak kaldırdı beni yataktan. Dışarda mis gibi ılık bahar havası. Ölüyü diriltir. Yoga matımı alıp çıkıyorum balkona. Güneşe, dağa, yaylaya, çimene, hayata selam. Güneşle birlikte bedenimi de uyandırıyorum ve zihnime de bir selam çakıyorum. Ne kusursuz bir an diyorum ama her an kusursuz mudur, yoksa ben her şeye kusur bulduğumdan mıdır? Bazı cevapları bulmak yıllar mı sürer, yoksa cevapları yok mudur, cevap arayışı abesle iştigal midir? Cevap ararken geçen zamana mı yazıktır, o geçen zaman hayat mıdır, ya da cevap mıdır? Kahrolsun bağzı sorular demekten kendimi alamıyorum. #direngezi

Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün... (Belki Yine Gelirim/ Ahmet Telli)

...diyerek ayrıldım Gito'dan. İnsan konusunda çok yanıldığım olmuştur ama söylemeden edemeyeceğim ki, o yüksekte o kadar enteresan üç adamı bir arada görmek de enteresan bir durumdu benim için. Kendilerine deli diyorlar da haksız sayılmazlar.

Seth: Hello Maggie! It's nice to see you again.
Maggie Rice: It's weird to see you again.
Seth: Weird is nice. (City of Angels'tan bir diyalog)
Ertesi gün bırakıp da gittik Gito yaylasını, yolumuzu Pokut'a çevirdik. Pokut 2003 senesinde ilk defa gidip gördüğüm ve "burda ölmek istiyorum" dediğim, denizi çok uzaktan da olsa görebilen, sis bulutlarıyla ünlü bir Hemşin yaylası. Hem yaylaya tepeden bakan, hem de uzaktaki denizi gören sırta çadırları kuruyoruz; hava güneşli, sıcak ve rüzgarsız. Olabilecek en optimum şartlar. Akşama kadar kimi dinleniyor, kimi de fotoğraf avına çıkıyor. Karanlık bastırmadan yemek yapıyoruz; K.nin kamp spesyalleri: işkembe çorbası ve fajita (eline sağlık). Sonrasında bir kuytuda yaktığımız ateşin başında sırasıyla ısınma, çekirdek çitleme ve kalan alkolü tüketmeye başlıyoruz. Soğuktan ve yorgunluktan yavaş yavaş kalabalık azalıyor; sona kalan 3lü de alkol bitince geceyi sonlandırıyor. Ertesi sabah kahvaltının ardından toplanıp arabaya yükleniyoruz ve dönüş yoluna vuruyoruz. Canım dağlar, yaylalar. Bizi yine kucaklayana kadar, şimdilik, hoşça kalın. Elimde olsa bir dağın boynuna sarılırım, yaylaları kucaklarım. Doğayı öylesine severim. Dağın havasına, yaylanın yeşiline, göğün mavisine, çiçeğin kokusuna, toprağın kucağına, derelerin berraklığına hastayım. Başka hiçbir şey beni bu kadar kendimden geçiremez, mutlu edemez. Bir yerde bir tuhaflık ya da bir hata var ve o yüzden ben hep eksik kalıyorum.
Balayının ardından, herkes dağıldı. Yani kimi Ankara'ya, kimi İstanbul'a kimi de memlekete döndü; bir ben kaldım Trabzon'da. Benimki de dağılma sayılır, ayrılıkların tipik bir etkisi. Sonra ben de bisikletimle yollara vurdum kendimi; her gün biraz daha fazla.
Artık bulunduğum duruma "işsizlik" adı veriliyordu ama bu beni çok az maddi olarak rahatsız ediyordu. Çünkü aylaklığa, kitap okumaya ve bağlı olmamaya bayılırım. Geçici bir dönem olduğu da bariz olduğundan, geçene kadar tadını dibine kadar çıkarmaya kararlıydım neyse ki.
NOT: Bu yazı yaklaşık bir ay önce muhtelif zamanlarda kaleme alındı ve fakat düzeltilip yayımlanmayı beklemekte. Godot'yu beklemek gibi, hiç düzeltilmeyecek de olabilir, bilemiyorum. O yüzden, olduğu gibi, olduğu kadar yayımlıyorum. Doğa hepimizin yanında olsun. Namaste.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Yoga hakkında

Üniversiteden mezun olamayıp ve fakat evi toplayıp memlekete döndüğüm zaman, yani herkese olur mu bilmem ama çoğumuzu olan, iyi kötü öğrencilikte kurduğum düzenin, hayatımın tepetaklak olması ve hareketsizliğe sürüklenerek beraberinde çaresizliğe kapılmamla aynı döneme gelir yoga ile tanışmam. Canım İzmir'den ayrılmak, 4-5 senedir iyi-kötü, kimi zaman düzenli kimi zaman boş vermiş bir halde yaptığım  tırmanış sporunu bırakmak, memleketin kısıtlı sosyal hayatı, olan sosyal hayatında da benim bir yer bulamamam, her sabah biraz daha hantal bir halde yataktan kalkmam; bütün bunların yarattığı fiziksel ve zihinsel çöküş ile başladım yogaya bir umar umudu ile.

Bir şeyde alışkanlık kazanmak 21 günmüş, fakat bir şeyde sebat etmek zamanla değil de kendinle ilgiliymiş. Yoga yapma alışkanlığı kazanmam bir ayda olduysa da, nerdeyse 4 yıldır devam ediyor olmamın  basit bir alışkanlıktan öteye geçtiğini söylemeliyim. Önce vücudum esnesin, kaslarım güçlensin, eklemlerim kuvvetlensin beklentisiyle başlamış olsam da, artık yoga ve yogadan beklentim sınırlarını aşarak kendi sınırlarımı aşmaya ulaştı. Yaptığın basit bir iki hareketin amacı dışa yönelik iken (bacaklarım sıkılaşsın, g.tüm küçülsün vs vs), yoga esnasında yaptığın o basit bir iki hareketin amacı içe yönelik (evet, bacağımı uzatıyorum, ama ne hissediyorum, nerde bir sıkışma var, o sıkışmadan açığa çıkan duygu ne, o duygu beni nereye götürecek/ulaştıracak). Bu noktada daha net, daha açık bir açıklama yapmam gerekiyor; çünkü yoga zaten kısmen yanlış anlatılmış ve yanlış anlaşılmaya da müsait, bir yanlış da ben eklemek istemem. Yoga, bizi o ana davet eder. Hareketin içindeyken çıkma anını kollamayı değil, o an içinde kendine ve neler olduğuna bakmayı öğretir; sonrasında nasıl görüneceğiniz üzerine hayal kurmayı değil, o an içinde var olabilmeyi öğretir. Kişi kendinden bilir işi tabi ki, bu anlattığım durum benim de başlarda sık sık yaşadığım ve hala da zaman zaman kapıldığım ruh halimdir. "Bu hareket beni zorluyor ve bu hareketten çıkmak istiyorum" Bu, benim dış hayatta da sıklıkla aklıma gelen bir savunma hali; canımı sıkıyor, o halde hemen uzaklaşmalıyım. Aslında insan haz odaklı yaşadığı için şaşırtıcı değil ama bu kaçışlar hayatın da bir miktar ıskalanmasına neden oluyor. "The yoga pose you avoid the most, you need the most." Yoga yaparken, fiziksel olarak zorlandığım noktada önce bu savunma mekanizması harekete geçiyor, fakat düzenli nefeslerle anın içinde kalmayı başardığım an değişme başlıyor. Bu anlardan birinde şunun farkına vardım: Bir kalça açıcı pozdayım, kalçam uyuşuyor ve canımı sıkmaya başladı ve beraberinde midem bulantısı hissettim, fiziksel olarak rahatsızlık hisseden vücut "bitir artık, bak miden bulanıyor" uyarısı verdi (midem aslında biraz hassastır, ne zaman çikolatayı  ıvır-zıvırı çok yesem kaçınılmazdır), bir iki nefes aldım, mide bulantısı yavaş yavaş kayboldu ve fakat çok enteresan bir şeyin farkına vardım ki, ben ne zaman psikolojik olarak sıkıntıya girsem mide bulantısı hissederim. Yoga matının üzerinde tecrübe ettiklerimiz sadece bir takım hareketlerden ibaret değil, dış hayatın birebir yansıması.

Öğrendiğim ve doğruluğuna inandığım bir şey varsa, o da yaşamanın bir denge işi olduğu. Mutluluk üzüntüyle, ağırlık hafiflikle, boşluk yoğunluk/dolulukla, sağ solla, hayat da ölümle dengeli. Dengenin bozulduğu noktada huzursuzluk var. İstemediğimiz işlerde çalışmak, istediğimiz diğer şeyleri/aktiviteleri yapabildiğimiz oranda katlanılır oluyor mesela. Ya da tam tersi, kendini çok hafif hissetmek bir noktada artık hayatla bağlantının koptuğu anlamına geliyor ve o hep aradığımız, özlemini duyduğumuz hafiflik dayanılmaz oluyor (Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği). Benim dış dünyada dengem bozuk. Haliyle, yoga matında da öyle. Sol ayağımın dengesi daha iyidir, sola dönük pozlarda daha esnek ve dolayısıyla daha rahatımdır. Yoga, bu farkındalıktır.

Yoganın öğrettiği sadece matın üzerinde sınırlı kalan farkındalık değildir. Matın üzerinde sınırlı bir alanda uyguladığını, dış dünyada yani daha geniş bir alanda da hayata geçirmektir. Bir pozun içinde kalabilmek, dış dünyada yaşadığın bir olumsuzlukta ya da seni sıkıntıya sokan bir durumda da o anın içinde kalabilip araştırmakla aynıdır. Sadece kapsamları farklıdır. En önemlisi kendini "an"da kalmaya "an"ı yaşamaya davet etmeyi öğrenmektir. "An"ı yaşamayı öğrenmek, aslında daha önceden bildiğimiz ama unuttuğumuz bir bilgiyi hatırlamaktan ibarettir bence. Bebeklerin doğduğunda aslında yüzme bildiği halde, sonradan unutup tekrar öğrenmesi gibi.  Bellek insanın özüne ulaşmasına engel oluyor kimi zaman.

Hayat, tam olarak yaşanan andan ibarettir ve yoga hayatı öğretir.




S. bir pozda benim fotoğrafımı çekerken ikimizi birden o "an"da yakalayan kuzenin fotoğrafı

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Bu blog sayfası uzun zamandır elimin altında. Önce bir-iki satır yazdım. Sonra hiçbir şeyde anlam bulamadığım gibi bunda da bulamayarak -ya da öyle bir anlam arayışındayım ki, bulduğum ya da bulduğumu sandığım beni tatmin etmediğinden- sildim. Ve bıraktım. Burcumun özelliği olarak çok net, kararlı (ve bi sürü olumlu bişeyler bişeyler) olmam gerektiği halde (ah gereklilikler), artık yükselenimde mi bir iniş söz konusu bilemiyorum, oldukça da kararsız olduğumdan öylece kaldı. En küçük olaydaki hareketimiz bile, bütünümüze dair ipucu verir ya, hayatım da öyle bir bırakmışlık, durmuşluk halinde. Kime göre, neye göre? Bu satırları ben yazdığıma göre, bana göre? Ya da sürekli dış mihraklar tarafından etkilendiğimiz için onlara göre mi?

İnsanlar neden blog yazar? Yazmak için, yazma eylemi için. Pekala, o zaman neden basit bir word dosyasına, ya da bir deftere, ya da suya değil de, görülmeye açık bir platforma? (Çünkü eşeğin skinden dolayı) Görülme, beğenilme, onay alma; bakınız işte yine dış mihraklar. Ama şu durumda, bu teşhir halini yargılıyorsam ben de dış mihrak sayılırım ve etkileşimini istemediğimiz dış mihrakları da pekala sktir edebiliriz.

Bu blog sayfası uzun zamandır elimin altında. Bir tepki olarak doğdu, hatta adının anlamsızlığı da onunla ilgili. Birine gönderme bişeyler, bişeyler (evet, kız meselesi). Neyse, yazacaklarımı yeterli, değerli (işte, olumlu bişeyler bişeyler) bulmadığımdan, yargılanma korkumdan, dış mihrakların saldırısından filan yazmadım. Sonra (şair burada sunturlu bir küfür savuruyor) boş verdim, karalamaya başladım yaklaşık 5 dakika önce. Zira gördüm ki, tek derdimiz teşhir değil, bir parça da paylaşmak. Bazen bir kitabın, şarkının, fotoğrafın coşkusuyla dolup taşmıyor muyuz, ben anın yoğunluğu ile ağlayacak gibi oluyorum bazen. Yaşamak dediğin o anlarda en çok hissediliyor, rutinlerini ruhsuzca tekrarladığın zaman değil. İşte, sanki paylaştığın zaman tam olarak hakkını veriyormuşsun gibi o anın, görüntünün, ya da halin. (Happiness is only real, when shared)

Ha ha, durdum ve düşündüm de, kime diyorum ben? Öncelikle bana diyorum ben. Dış ses olarak kendimi duymaya ihtiyacım olabilir. Arkadaşsız, sevgilisiz, kimsesiz filan değilim ama (kendi kendime ağır melankoli ve kronik depresyon teşhisi koydum -ki bir psikolog arkadaşım da der ki "o şekilde kendini etiketleme"), bu ruh hali stabil. 
Şimdi, burda kendinden de bahsetmek gerekiyor muydu, nasıl şeyapıyoruz onu? Ben 18 yaşında, kendi elleriyle hayatını kaydıran makus talihli gençlerden biriyim (bana göre). Gayet, tutarlı nedenlerim de var aslında. Bir tercih yapıp, ilk tercihimi de kazanıp ve fakat üniversitenin ilk yılında aslında hiç de tercih edebileceğim bir bölüm olmadığını gördüğüm halde devam ederek, ite kaka okulu bitirerek, bir meslek edinmiş (altın bilezik, kaç ayar?) ve fakat mesleğinden ve de ortamından ve de bu haldeki kendinden hiç memnun olmayan bir insanım. (Bu da mı kronik?) 1,5 senelik çalışma hayatından sonra, güzel bir mayıs günü, patronla kavga ederek bağrış çağrışlı bir ayrılma neticesinde (anlaşmalı boşanma diyelim) önümde bana göz kırpan yaz mevsiminin çağrısına kulak verdim ve o yaz mevsimini kendime hediye ettim. İki aydan uzun bir süredir işsizim ve mutluyum. Seçim budur ve parasız kalmak bu noktada seçim bana ait olduğu için çok da koymuyor. Evet, para suyunu çekmekte, neyse yaz mevsimi de zaten bitmekte. Bu kapitalist sistemin parasız  olana yaşam hakkı bırakmaması diyerek kafa beyin saldırısı yapmayacağım da; sistemde bu şekilde bir açık nokta bularak (şair burada da kovularak kıdem tazminatı almaktan bahsediyor) ve içeriye sızarak aslında sizin olan zamanı çalmanın mutluluğu da paha biçilemez diye belirtmek isterim. "Zamanımı bırakın! O masum! Paramın hepsini alın!"

Zaten çok bağlı olmadığım meslek ve çalışma hayatı ve cıvıklıktan ve uyduruk ama çok elzemmiş gibi gösterilen sorumluluklardan uzaklaşmak için muazzam bir zaman dilimi. 

Konuyla alakası yok ama (konu neydi?) ben bu yaz deniz kaplumbağası gördüm. Adrasan'da akşam üzeri tek başıma yüzerken, deniz tabanında bir karartı gördüm. Bir anlık panikle "lan" dedim, çünkü deniz hayatı çok canlı. Baktım kafası, kolları, ayakları. Sonra daha büyük panik oldum ve koşarak kıyıya yüzdüm. Evet, bir deniz kaplumbağasının saldırdığı görülmemiş ama neden ben ilk olayım? Değil, tabi ki de, oraya ait olmayan bendim, onun yaşam alanı ve ben ne yapacağımı bilemediğimden, en ilkel tepkiyle ordan kaçtım. Sonrasında pişman oldum, çünkü özeldi ve her zaman yaşayabileceğin bir an değildi ve ben onu kaçırdım.
Bana öyle geliyor ki, genelde yüzeysel yaşıyoruz, üstünkörü. Ve yoğun bir an yaşadığımızda ne yapacağımızı bilemiyoruz. Benim dağlara ya da doğaya baktığımda ağlamak istemem gibi. Çok fazla mutluluk, çok fazla yoğunluk hissediyorum ve o an beni öylesine kucaklayıp sarmalıyor; normalden farklı hissiyatlar, "ne yapacağım ben bu duyguyla" paniği yaşatıyor gibi. Bilemiyorum ya da ifade edemiyorum; hadi psikiyatrlar bunu da açıklasın (atayiz olması opsiyonel).

Bir başlangıç yapmak istedim. İki satır karalamak istedim. Kelimeler yan yana gelsin, ben onları dizeyim filan; en basiti ise benim elimden bir şey çıksın istedim (Örgü, nakış, dikiş gelmez benim elimden; yemeği hayatta kalmak için yaparım, onda da bi numara yok). Böyle de bir başlangıç oldu, aynı benim gibi dengesiz ve karışık. Olduğu kadar (şair burda kadere gönderme yapıyor, inanmadığı halde).