Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Başlangıç yapmama yardımcı olsun bu şiir. Hem de çok güzel bir şiir, bir daha hatırlamış/ okumuş olalım.
An'ı anda yaşadık, biraz da kayıt altına alalım. Hem hafıza-i beşer nisyan ile malul olduğundan, hem de yazınsal anlamda ortaya bir şey koymak maksadıyla.
21 Mayıs 2013, ne güzel bir gündün sen! Her ne kadar sinirden elim ayağım titremiş, kanım çekilmiş, yüzüm bembeyaz olmuş, hiç de profesyonel olmayan, buram buram ego ve kişisellik kokan bir tartışmanın içinde boğulmuş olsam da, ne güzel bir gündü o! Koca bir yılda ancak bir haftalığına bahşedilmiş tatil planı yaparken, plansız yaşama fırsatı veren/ bir sürü plan yapma derdine düşüren caanım yaz mevsimini bana sunan o gün!
Teknik olarak işten çıkarıldığım için -çoğu patron avukatın masum bir çakallık olarak gördükleri maaşın düşük gösterilerek sgk primlerinin asgari ücret üzerinden yatırılması neticesinde, olması gerekenden daha az- aldığım kıdem tazminatım ile gidebildiğim yere kadar aylaklık yapma hakkı hediye ettim kendime. Adrasan'a gittim bir Avrupa Birliği gençlik projesi kapsamında, tematik hoca olarak (yaklaşık 4 senedir yoga yapıyorum, projeyi yöneten arkadaşımın "her sabah yarım saat yoga" teklifi ile) kendimi Adrasan'da buldum; sonra kendimi Adrasan'da kaybettim, o kadar güzeldi. Adrasan'ın tertemiz denizinde, kumsalında yatıp kavruldum, bir akşam üzeri bir caretta carettayla kısa süreli bir bakışmamız, sonra da benim kaçışmam bile oldu! Fethiye'den Antalya'ya uzanan bir kısmını daha önceden yürüdüğüm Likya Yolu'nun küçük bir kısmını yürüme şansımız bile oldu. Bir gün Olimpos'a gidip kaya tırmandım, yıllardan sonra. Bir akşam üstü bisiklet sürdük Adrasan'ın içlerine doğru. Y., E. ve B. hostele dönmek için beklerken, ben yola düştüm; önce ağaçların arasından dolunayın aydınlattığı yolda yürüdüm, içim ürpermedi değil. Sahile ulaştım, dolunay bu sefer de denizi parıldatıyordu, büyülenmemek elde değil. Hostel yolunda sessizliği yırtan böceklerle yürürken de ay dağın üzerinden eşlik etti bana. Artık hostele 100 mt. kala, "bundan sonrasını biliyorsun zaten" dercesine göz kırpıp dağın arkasında kayboldu. Bu anlar çok değerli zam/anlar.
Adrasan'da kaldığım günler boyunca günlük 10 dakikalık telefon görüşmeleri haricinde telefonumu hep kapalı tuttum, çünkü orda öncelik doğa ve yalıtılmışlıktı benim için. Telefonun açık olduğu zamanlarsa gergin zamanlardı.
Trabzon'a dönüp bir iki duruşmada bulunup, eksik hususların giderilmesini beyan edip bir sonraki duruşma için gün aldıktan sonra hareket devam etti. İstanbul'a gittim; hep istediğim gibi Cihangir Yoga'ya üye oldum, bazen günde iki derse gittiğim de oldu, olabildiğince çok derse girdim ve yoganın mucizelerini beklemeye devam ettim. Hiçbir mucize olmadı tabi ki. Mucize kendiliğinden gelmiyordu çünkü. Bir parça yaratma çabası gerektiriyordu. Yaz mevsiminin yoga kısmı başka bir yazının konusu diyerek buraya bir * koyuyorum.
Yine cmk duruşmaları nedeniyle Trabzon'a döndüm ve o hafta sonu Verçenik tırmanışı haberini aldım. Verçenik 3711 mt. ile Türkiye'nin en yüksek 5. dağı; Doğu Karadeniz'deki en teknik rotaya sahip. Tekrar bir çanta hazırlama telaşı, malzeme toplama arayışı. Yola çıktığımız cuma sabahı hava kapalı, yağmurlu. Rize sınırına yaklaştıkça yağmur şiddetini artıyor. Yol boyunca da durulmuyor. Arabanın çıktığı son noktadan kamp yerine yürürken, iyice ıslanıp yoruluyorum; yağmur psikolojik olarak beni bitiriyor zaten tırmanışlarda, hele ki faaliyet başlamadan! Çadırları kurup dinlendikten sonra akşamın bir vakti uyandığımızda gökyüzünün yarısının parladığını görüyoruz; sabah ola hayrola. Sabah ise cam gibi bir gökyüzü karşımızda; ve işte bu bir mucize. Kekik kokulu dağ: Verçenik.
Trabzon'da geçirdiğim günler çok keyif verdi diyemem ama bütün vaktin kendine ait olması başlı başına bir zevkti aslında. Ki aslında, aslolan yaşamaktı, bunun nesini anlamakta zorlanıyoruz, bunu anlamıyorum ki, bu da beni paradokslara sürüklüyor. Bazı insanlar iflah olmuyor.
Bir süre daha Trabzon'da vakit geçirdikten sonra anne-baba ayrı kız kardeşim yani nam-ı diğer Sista'mla Sinop yollarına düşüyoruz bir sabah, kız kıza tatil, girls' night out, kızsal şeyler. Canım Sinop. Teyzemler 20 sene kaldılar Sinop'ta, biz de her yaz kış giderdik yanlarına. Kışları bir kasabaya döner Sinop, sadece yerlisi kalır, bir de rüzgarı, fırtınası. Yazları tatilci akınına uğrar, kaynar şehir. Her zaman çok sevmişimdir. Canım Sinop. Büyük İskender'e "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen; bir fıçıda yaşayan Diyojen'in şehri. Ki Diyojen'le ilgili en güzel anekdot da bence şudur: Diyojen bir gün çeşmeden eliyle su içen bir çocuk görür ve ondan sonra kendi tasını kırıp atar, buna da ihtiyacım yok diyerek. Sistamla 5 gün boyunca sabah nokul, simit, peynir ve çaydan oluşan kahvaltımızın ardından akşama kadar plaj mesaisine giderdik, sonrasında da muhtelif yerlerde akşam yemeği ve çizgi film dondurması satan dondurmacıdan dondurma yerdik! 5. günün sonunda o Trabzon'a döndü, ben de yine İstanbul yollarına düştüm.
İstanbul'da çalışmadığın zaman yapılacak en güzel şeylerden biri koruya gidip kitap okumak bence. Yıldız korusu mesela. Ben dağları çok severim, en çok onları severim sanıyordum ki aslında ağaçları daha çok seviyormuşum. Tek ve hür. Korular da kardeştir, ormanlar gibi; o yüzden yabancılık çekmedim hiç. Yürüdüm, oturdum, baktım, izledim, kitap okudum, sincaplar koşturdu sağa sola. Orda da yaşam akıyor daha dingin, daha saf. Ben ağaçları çok severim. Ve koru demişken de, şu şiiri paylaşmadan edemiyorum:
Geride kalan ne varsa soluktur şimdi
Titreyen kandiller gibi sönmek üzeredir
O eski konaklar gibidir anılar
Gül bahçeleri, sessiz koru ve orman
Belki sağanak boşanır apansız
Yüzyıllık bir yağmur başlar
Ve sinsi bir hastalığa dönmeden alışkanlıklar
Yok olup gider her şey, belki kül olur
Başucu şiiridir, Ahmet Telli, Soluk Soluğa.
İstanbul'un ardından bu sefer Erdek'teydi sıra, çünkü S., abim oluyor kendisi, evleniyordu. Bir öğlen vakti adeta İstanbul'dan Bandırma'ya çıkarma yaparcasına, çünkü elimizde bir adet damatlık, bir adet gelinlik, düğün ve nikah şekerleri, gitar, çantalar, ıvır zıvırlarla bindik deniz otobüsüne. Erdek de benim gibi emekli kafasına yatkın bir insan için ideal bir memleket. Sabah denize gir, sonra bisikletle işine git; trafiğe takılmadan evine gel, çık sahilde kitap oku. Bunlar mutlu olmak için yeterli şeyler değil mi, öyle olmalı ki insanların tatil programı bu şekilde oluyor. Neyi beğenmiyor insan, neyle yetinmiyor; fazlasını istiyor da sonra belasını buluyor -ki bu ne istediğini bilmemekten ileri geliyor. Evet, kendimden bahsediyorum. Şu hayatta en önemli şey kendini bilmek, ikincisi ne istediğini bilmek, üçüncüsü de denge. Bilahare anlatırım.
Erdek'te gelinciğin ailesinin evinde kalıyoruz, çok misafirperverler. Adım Özgür kız oluyor orda, öyle çağırıyorlar beni. Sabah, daha sakinken denize gidiyorum, kendimle konuşuyorum, denizle konuşuyorum; o duru zamanları dibine kadar, sindire sindire yaşamaya çalışıyorum. Denize doyuyorum bu yaz; Akdeniz'de, Marmara'da , Karadeniz'de. Gezmelere hiç doyamam ama doyma sınırına yaklaşıyorum. Dönüp bakınca ve yazınca, yaşamayı tam manasıyla olmasa da -hep bir şeyler eksiktir çünkü- oldukça başardığımı görüyorum. Aslında, yazmak yaratmaktır, yaratma süreciyle de tamamlanıyor bir bakıma.
Bu yaz öyle yaşadım ki; ağaç evde de kaldım, misafirhanede de, muhtelif evlerde ve çadırda. Yataklarda yattığım da oldu, yerde bir battaniyenin üzerinde, toprakta matın , plajda çakıl taşlarının üzerinde, iki kişilik kanepede, ayaklarım dışarda kalarak, ya da çardakta balık istifi dizilerek. Rutin, insanın ve yaşamanın düşmanı.
Kına, düğün-dernek ardından ve yaz mevsiminin sonu da geldiğinden, mecburi istikamet yine Trabzon oluyor. Canım yaz mevsimimin (çünkü bu mevsim benim olmuştu) ve aylaklığımın son evreleri, artık iş bakma vakti diyerek, üzülerek, ama hayatının değiştirmediğin sürece de kabullenerek eve döndüm. Fakat iş bulamadım. Yani ilk üç ay tatil olan süreç artık işsizlik dönemine dönüşmüştü. Ve fakat mutsuz muydum? Hayır, daha okunacak kitaplar raflarda bekliyordu, ki hiçbir zaman okunmayı bekleyen kitap rafı boş kalmaz. Can parçası iki kuzen H. ve N. ile bol bol vakit geçirdim, bi daha kim bilir ne ara bu kadar vakit geçirebileceğiz? sorusu onların olmasa da benim kafamı epey meşgul etti.
Uzun zaman düşünüp sonunda en parasız kaldığım vakitte almaya karar verdiğim -ciddi bir karar verme problemi yaşamaktayım- bisikletimle yollara düşmeye başladım. Kaskımı taktım, trafiğe çıktım, gezdim, dolaştım.
C. ve S.nin düğün-dernek işlerinin nikah ayağı da Trabzon'da olacağından bir de onun telaşesi başladı. Gençler evet dedi, bir tanesi biraz hüzünlendi; güzel göz yaşları dendi, tebrik edildi. Bu kadar düğün muhabbetinin içinde yer aldığım halde, düğün benim için muallaklığını koruyor ve hala geceleri kabus olarak görüyorum. Yani her genç kızın rüyası olmayabilir o beyaz gelinlik, bazılarında kabus olarak zuhur edebiliyor.
Nikahın ardından gelin ve damat balayını tuhaf bir formatta yaşamaya karar veriyor. Bir jip dolusu akraba ve arkadaşla yola çıkılıyor canım yaylalara doğru. Balayı ekibini açıklıyorum: gelin, damat, gelinin ablası, damadın kız kardeşi, gelinin kuzeni -ki damadın da çok eski arkadaşı, damadın çok yakın başka bir arkadaşı ve en son olarak bir kız kardeş daha.
Madem işsizim, madem içim parçalanıyor neden ben işsizim diye, neden ben de katılmıyorum değil mi... Rize ve Artvin yaylalarını oldum olası severim. Orada yeşil bir başka güzeldir, bir başkadır o yeşil. Önce kısa bir Batum turu, sonrasında Kemalpaşa'da güzel bir akşam. Ertesi gün Borçka/Karagöl ve akşamında Gito... Bir gün kafayı yersem beni buraya bırakın, kendi kendime düzelirim. Gito'da yaylasında kaldığımız pansiyon Koçira. Tuhaf birkaç adamın işlettiği muazzam bir mekan. O kadar güzel bir yayla evi yapmışlar ki, tekbir tahta bile eğreti durmuyor, muntazam; sanırım bu sahibinin takıntılı olmasından ileri geliyor. Yemek yazarken, emek yazdım yanlışlıkla, bu da bana yemeğin o kadar güzel olmasındaki sırrı gösterdi çaktırmadan; eline sağlık T. abi.
Abim S., diyordum ki ona, ya bu karadeniz türkülerini çok güzel söylüyorsun, ağzına sağlık da, içim kıyılıyor bee, dert sahibi oluyorum sayenizde. o yetmezmiş gibi, bir de gelinciğin sesi güzel olmasın mı, yanık yanık, içli içli. Geceyi sohbetle, müzikle ve Gürcü şarabıyla kapattıktan sonra sabahın 6sında ayaktayım ben çünkü, dağların ve doğanın uyanışını, güneşin doğuşunu kaçıramam, büyü oralarda gizli.
Sabah 06:20. Güneşin doğuşunu kaçırdım ama güneş odamın içinde. Oda buz gibi ama sarı sıcak kaldırdı beni yataktan. Dışarda mis gibi ılık bahar havası. Ölüyü diriltir. Yoga matımı alıp çıkıyorum balkona. Güneşe, dağa, yaylaya, çimene, hayata selam. Güneşle birlikte bedenimi de uyandırıyorum ve zihnime de bir selam çakıyorum. Ne kusursuz bir an diyorum ama her an kusursuz mudur, yoksa ben her şeye kusur bulduğumdan mıdır? Bazı cevapları bulmak yıllar mı sürer, yoksa cevapları yok mudur, cevap arayışı abesle iştigal midir? Cevap ararken geçen zamana mı yazıktır, o geçen zaman hayat mıdır, ya da cevap mıdır? Kahrolsun bağzı sorular demekten kendimi alamıyorum. #direngezi
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün... (Belki Yine Gelirim/ Ahmet Telli)
...diyerek ayrıldım Gito'dan. İnsan konusunda çok yanıldığım olmuştur ama söylemeden edemeyeceğim ki, o yüksekte o kadar enteresan üç adamı bir arada görmek de enteresan bir durumdu benim için. Kendilerine deli diyorlar da haksız sayılmazlar.
Seth: Hello Maggie! It's nice to see you again.
Seth: Weird is nice. (City of Angels'tan bir diyalog)
Ertesi gün bırakıp da gittik Gito yaylasını, yolumuzu Pokut'a çevirdik. Pokut 2003 senesinde ilk defa gidip gördüğüm ve "burda ölmek istiyorum" dediğim, denizi çok uzaktan da olsa görebilen, sis bulutlarıyla ünlü bir Hemşin yaylası. Hem yaylaya tepeden bakan, hem de uzaktaki denizi gören sırta çadırları kuruyoruz; hava güneşli, sıcak ve rüzgarsız. Olabilecek en optimum şartlar. Akşama kadar kimi dinleniyor, kimi de fotoğraf avına çıkıyor. Karanlık bastırmadan yemek yapıyoruz; K.nin kamp spesyalleri: işkembe çorbası ve fajita (eline sağlık). Sonrasında bir kuytuda yaktığımız ateşin başında sırasıyla ısınma, çekirdek çitleme ve kalan alkolü tüketmeye başlıyoruz. Soğuktan ve yorgunluktan yavaş yavaş kalabalık azalıyor; sona kalan 3lü de alkol bitince geceyi sonlandırıyor. Ertesi sabah kahvaltının ardından toplanıp arabaya yükleniyoruz ve dönüş yoluna vuruyoruz. Canım dağlar, yaylalar. Bizi yine kucaklayana kadar, şimdilik, hoşça kalın. Elimde olsa bir dağın boynuna sarılırım, yaylaları kucaklarım. Doğayı öylesine severim. Dağın havasına, yaylanın yeşiline, göğün mavisine, çiçeğin kokusuna, toprağın kucağına, derelerin berraklığına hastayım. Başka hiçbir şey beni bu kadar kendimden geçiremez, mutlu edemez. Bir yerde bir tuhaflık ya da bir hata var ve o yüzden ben hep eksik kalıyorum.
Balayının ardından, herkes dağıldı. Yani kimi Ankara'ya, kimi İstanbul'a kimi de memlekete döndü; bir ben kaldım Trabzon'da. Benimki de dağılma sayılır, ayrılıkların tipik bir etkisi. Sonra ben de bisikletimle yollara vurdum kendimi; her gün biraz daha fazla.
Artık bulunduğum duruma "işsizlik" adı veriliyordu ama bu beni çok az maddi olarak rahatsız ediyordu. Çünkü aylaklığa, kitap okumaya ve bağlı olmamaya bayılırım. Geçici bir dönem olduğu da bariz olduğundan, geçene kadar tadını dibine kadar çıkarmaya kararlıydım neyse ki.
NOT: Bu yazı yaklaşık bir ay önce muhtelif zamanlarda kaleme alındı ve fakat düzeltilip yayımlanmayı beklemekte. Godot'yu beklemek gibi, hiç düzeltilmeyecek de olabilir, bilemiyorum. O yüzden, olduğu gibi, olduğu kadar yayımlıyorum. Doğa hepimizin yanında olsun. Namaste.